Mekke’nin
fethinin sebepleri ve sonuçları nelerdir? Mekke’nin fethi ne zaman ve nasıl
oldu? İşte Mekke’nin fetih tarihi...
Mekke’nin
fethi, 11 Ocak 630’da (Hicrî: 20 Ramazan 8) Müslümanların, Kureyşlilerin
elindeki Mekke’yi fethi hadisesidir.
MEKKE’NİN FETHİ KISACA
Bir
süre önce Müslümanlarla Mekkeli müşrikler arasında Hudeybiye Antlaşması
yapılmıştı.
Mekkeli
Kureyşlilerin müttefiki olan Beni Bekir kabilesi bu antlaşmaya aykırı biçimde,
Müslümanların himâyesindeki Benî Huzaa kabilesine saldırdı.
İslam
peygamberi Hz. Muhammed (a.s.), Mekke’ye haber göndererek, öldürülenlerin kan
bedellerinin ödenmesini veya Beni Bekir kabilesiyle olan ittifakın
sonlandırılmasını, aksi halde Hudeybiye Antlaşması’nın bozulmuş sayılacağını ve
savaşa mecbur kalacaklarını bildirdi. Mekkeliler, teklifleri reddettiler ve
harbe hazırlanacaklarını haber verdiler.
Mekkeli
müşrikler, daha sonra fikir değiştirip Ebu Süfyan’ı Müslümanları bir barışa
iknâ etmesi için Medine’ye gönderdi. Ancak görüşmelerden hiçbir netice
alınamadı.
Hz.
Muhammed (a.s.), 4 Ocak 630’da (Hicri 8 Ramazan 13), 10 bin kişilik bir ordu
ile Medine’den yola çıktı. Bu sefer büyük gizlilik içinde yapıldı.
Hz.
Muhammed (a.s.) 11 Ocak 630’da (Hicri 8, Ramazan 20) ordusunu 4 kola ayırdı ve
ordusuna şu emri verdi:
“Size
karşı konulmadıkça, size saldırılmadıkça, hiç kimseyle çarpışmaya
girmeyeceksiniz, hiç kimseyi öldürmeyeceksiniz.”
Hz.
Muhammed (a.s.) hareket emri verdi ve Fetih Suresi’ni okuyarak Mekke’ye girdi.
3 kol herhangi bir direnişle karşılaşmazken Halid bin Velid’in komutasındaki 4.
kol, İkrime bin Ebu Cehil önderliğindeki küçük bir saldırıyı geri püskürttü.
Hz.
Muhammed (a.s.), Mekke’ye girer girmez genel af ilan edildiğini bildirdi ve Ebu
Süfyan’a bildirdiği şekilde, kimseye dokunulmayacağını ilan etti. Ardından
içerisinde 360 put bulunan Kâbe’ye yöneldi. İsra Suresi’nin 81. âyetini
okuyarak putları birer birer devirdi. Daha sonra da beraberindeki Müslümanlarla
Kâbe’yi tavaf etti.
Fetihten
hemen sonra Hz. Muhammed (a.s.), Kâbe’de ilk hutbesini verdi. Müslümanların
karşısındaki en büyük güç ortadan kalktı. Mekke’nin fethi İslam Devleti’ne
büyük itibar kazandırdı. Arap Yarımadası’nda İslam hızla yayılma imkânı buldu.
Allah’a
kulluk maksadıyla yapılmış ilk mâbed olan Kâbe’nin bulunduğu şehir; Mekke’nin
fetih tarihi.
MEKKE’NİN FETİH TARİHİ
Medîneli
Müslümanlarla Mekkeli müşrikler arasında yapılan Hudeybiye Muâhedesi’ne göre
sulhun müddeti on yıl idi. Ancak müşrikler, her geçen gün İslâm’ın bütün
Arabistan’a yayılmasından rahatsız oluyorlardı. Bunun içindir ki, yavaş yavaş
sulh maddelerini ihlâl etmeye başladılar. Zaman geçtikçe de sulh maddelerine
karşı saygısızlık ve cür’etlerini iyice artırdılar.
MEKKE SEFERİNİN NEDENİ
Hudeybiye
Antlaşması’nın üzerinden 17-18 ay kadar bir zaman geçmişti ki, kendilerine
bağlı bulunan Benî Bekir kabîlesini kışkırtarak, Müslüman olan Huzâalıların
üzerine saldırttılar. Kendi içlerinden bâzıları da bu âdî cinâyete iştirâk
ettiler.[1]
Allâh
Resûlü’ne bağlı olan Huzâa kabîlesi, baskına uğradıklarında namazda idiler.
Hunharca bir katliâmla kimi secdede, kimi rükûda, kimi kıyâmda iken şehît
edildiler. Hattâ Harem’e sığındıkları hâlde, Kureyş ve Benî Bekirliler oranın
haramlığını ihlâl ederek katliâma devâm ettiler. Durum, derhâl Allâh Resûlü’ne
bildirildi.[2]
Peygamber
Efendimiz, kendisine bu acı haberi getiren Amr bin Sâlim’i dinlerken mübârek
gözlerinden süzülen inci tâneleri gibi gözyaşları, gül yanaklarını
ıslatıyordu. Peygamberler Sultânı Efendimiz son derece mahzûn olmuştu. Gönlü
yaralı sahâbîsi Amr bin Sâlim’e tesellî sadedinde:
“–Sen
yardım olundun ey Amr!” buyurdu. (İbn-i Hişâm, IV, 12; Vâkıdî, II, 784-785)
PEYGAMBER EFENDİMİZİN
MEKKELİ MÜŞRİKLERE TEKLİF ETTİĞİ ÜÇ MADDE
Allâh
Resûlü, her şeye rağmen müşriklerle aralarında yapılmış olan muâhedeyi hesâba
katarak Huzâalılara yapılan baskın sebebiyle Mekkelilere önce bir elçi
gönderdi. Çünkü onlar Hudeybiye Muâhedesi’ni çok ağır bir şekilde ihlâl
etmişlerdi. Buna göre, ya öldürülen Huzâalıların diyetlerini vermeli, ya Benî
Bekir kabîlesini himâyeden vazgeçmeli, ya da bu iki teklîfi de kabûl
etmedikleri takdirde Hudeybiye Muâhedesi’ni geçersiz saymalı idiler.
Gözlerini
kan ve kin bürümüş olan cânî müşrikler, Allâh Resûlü’nün teblîğ ettiği bu üç
tekliften son maddeyi, yâni muâhedeyi resmen bozmayı kabûl ettiler.[3] Oysa
bu, Müslümanları Mekke Fethi’ne dâvet demekti.
Sonradan
müşriklerin akılları başlarına geldi ise de, iş işten geçmiş, muâhede iki
taraflı olarak feshedilmişti. Durumu düzeltmek için Kureyş’in reisi Ebû
Süfyân, çâresiz ve bin pişman olarak Medîne yollarına düştü. Onun sulhu
yenilemek maksadıyla Mekke’den çıktığını, Allâh Resûlü vahy-i ilâhî ile o anda
ashâbına bildirdi.[4] Zâten vâkî olan baskın cinâyetiyle mâtem ve hüzün
havasının iyice gerginleştirdiği Medîne’de, hiç kimse Ebû Süfyân’a yüz vermedi.
Öyle ki, Hazret-i Peygamber’in zevcelerinden Ümmü Habîbe, Ebû Süfyân’ın kızı
olduğu hâlde, evine kadar gelen babasının oturmak istediği minderi dahî
altından çekip aldı. Ebû Süfyân şaşırdı. Hayretle:
“–Kızım,
minderi mi bana, beni mi mindere lâyık görmedin?” diye sordu.
Hazret-i
Peygamber’in sevgisinde fânî olan Ümmü Habîbe vâlidemiz, şöyle cevap verdi:
“–Bu
minder, Resûlullâh’a âittir. Bunun için sen necis bir müşrik olarak ona
oturmaya aslâ lâyık değilsin!”
Ebû
Süfyân işittiği bu cevap karşısında donup kaldı:
“–Kızım,
sen bizden ayrılalı bir acâip olmuşsun!” dedi. Fakat Ümmü Habîbe:
“–Hayır,
Allâh beni İslâm ile şereflendirdi.” diyerek îmânın her şeyin üzerinde olan
ulvî değerini hatırlattı. (İbn-i Hişâm, IV, 12-13)
Başta
Resûlullâh olmak üzere bütün ashâbın takındığı bu tavır karşısında çâresiz bir
şekilde Mekke’ye dönmek zorunda kalan Ebû Süfyân, etrâfını çeviren Mekkelilere
sulhun mümkün olmadığını aktarırken şaşkınlığını gizleyemiyor:
“–Ben,
kalpleri tek bir kalp üzere olan bir kavmin yanından geliyorum. Vallâhi,
onlardan fayda umduğum küçük-büyük, kadın-erkek herkesle konuştum, ancak bir
netîce alamadım!” diyordu. (Abdürrezzâk, V, 375)
Bu
arada Hazret-i Peygamber, sefer hazırlığı için emir buyurdular. Yakın
kabîleleri Medîne’ye çağırırken, uzaktakileri ise yerlerinde bekleyip orduya
yolda iştirâk etmelerini irâde buyurdular. Son derece gizli bir şekilde hareket
ediliyordu. Düşmanın, Medîne’deki bu hummâlı faâliyetten şüphelenmemesi için
de, Sûriye taraflarına bir müfreze gönderen Hazret-i Peygamber, her tarafı
sıkı bir kontrol altına almıştı. Cenâb-ı Hakk’ın yardımıyla büyük fethi kansız
bir şekilde netîcelendirmek arzusunda ısrarlı idiler. Bunun için birçok
stratejik tedbirler almışlardı:
Öncelikle,
ashâbına sefer için hazırlanmalarını emrettiği hâlde, nereye gidileceğini gizli
tutarak niyetini açıklamadı.[5] Hattâ en yakın dostu ve sırdaşı Hazret-i
Ebûbekir bile Mekke’ye gidileceğini anlamamış, kızı ve Resûlullâh’ın zevcesi
Hazret-i Âişe’ye seferin nereye olacağını sormuştu. O da:
“−Bilmiyorum.
Belki Benî Süleymlere belki Sakîflere belki de Hevâzinlere gitmek istiyor
olabilir!” demişti. (İbn-i Hişâm, IV, 14)
PEYGAMBER EFENDİMİZİN
FETİH DUASI
Allâh
Resûlü, yine Mekkelilerin herhangi bir savaş hazırlığı yapmamaları ve sulh
yoluyla fethin gerçekleşebilmesi için yolları tutturmuş, Mekke’ye hiçbir haber
ve câsusun gitmesine imkân vermemiş ve şöyle duâ etmiştir:
“Allâh’ım!
Yurtlarına ansızın varıncaya kadar, Kureyşlilerin câsus ve habercilerini tut,
onları görmez ve işitmez kıl. Kureyşlilerin gözlerini bağla ki, beni birdenbire
karşılarında bulsunlar.” (İbn-i Hişâm, IV, 14)
Peygamber
Efendimiz Medîne’den hareket ettiğinde de, yine Kureyşlileri şaşırtmak için
aksi istikâmetteki müttefik kabîlelere uğramış, dâire biçiminde bir yol tâkip
ederek hedefinin ne olduğuna dâir belirsizliği iyice artırmıştır. Mekke
yakınlarına varınca her askerin ayrı bir ateş yakarak psikolojik tesir ile
sayının çok zannedilmesini temin etmesi de bu maksatladır.[6]
Yine
aynı maksatla, mîkat yeri olan Zülhuleyfe’de ihrâma girmeyerek seferin yönü
husûsundaki gizliliği devâm ettirmiştir.[7]
Resûlullâh
güç ve kuvveti elde ettikten sonra, bu gücü insanları öldürüp ülkelerini
fethetmek için değil, onların gönüllerini Allâh’a açmak, gerçek saâdete, yâni
hidâyete kavuşmalarını sağlamak için kullanmıştır. Zîrâ O, âlemlere rahmet ve
hidâyet olarak gönderilen bir “Rahmet Peygamberi” idi.
Allâh
Teâlâ Müslümanların savaş ve barış husûsundaki bu anlayışlarını, âyet-i
kerîmede şöyle ifâde buyurmaktadır:
“Mü’minlere
yeryüzünde bir iktidar verdiğimizde, onlar namazı dosdoğru kılarlar,
zekâtlarını verirler, iyiliği emrederler ve kötülüğü yasaklarlar. Bütün işlerin
âkıbeti de yalnız Allâh’a âittir.” (el-Hac, 41)
SAHABENİN YAKALADIĞI
CASUS
Bütün
ashâb-ı kirâm hazarâtı, bu gizliliğe riâyet ederken, Bedir gâzîlerinden Hâtıb
bin Ebî Beltaa, Mekke’ye durumu bildiren bir mektup yazmış ve bir kadınla da
göndermişti. Bundan Allâh Resûlü’nün vahiyle haberi oldu ve kadının yerini
söyleyerek Hazret-i Ali, Zübeyr ve Mikdâd’ı, o kadını yakalayıp getirmekle
vazîfelendirdi. Kadın, Resûlullâh’ın işâret buyurduğu yerde yakalandı.
Üzerindeki mektup alınıp Resûlullâh’a getirildi. Mektupta şunlar yazılıydı:
“Ey
Kureyş! Allâh’ın Resûlü, sizin üzerinize öyle muazzam bir kuvvetle geliyor ki,
gece karanlığı gibi korkunç olan bu ordu sel gibi akacaktır. Allâh’a yemin
ederim ki, Resûlullâh üzerinize tek başına da gelse Allâh, O’nu size gâlip
kılacak, vaadini yerine getirecektir. Şimdiden başınızın çâresine bakın!”
(İbn-i Kesîr, el-Bidâye, IV, 278)
Aslında
bu ifâdeler, ne gerçeğe aykırıydı ne de ihânetle doluydu. Fakat gizli kalması
îcâb eden bir hakîkat düşmana ifşâ ediliyordu. Bu yüzden Hazret-i Peygamber, bu
işi yapan Hâtıb’ı derhâl yanına çağırtıp sordu:
“–Ey
Hâtıb! Bunu niye yaptın?”
Bedir
gâzîlerinden olan Hâtıb, büyük bir nedâmet içinde:
“–Yâ
Resûlallâh! Yanınızda bulunan Muhâcirlerin Mekke’de âile ve mallarını
koruyacak kimseleri var. Benim ise kimsem yok. Ben de bu mektupla onlar
arasında minnettarlık kazanarak, âilemi, çoluk-çocuğumu korumak istedim. Yoksa
vallâhi ben onların câsusu değilim. Ben bu işi dînimden dönmek gibi bir
fenâlıkla da işlemedim. Müslüman olduktan sonra ben, aslâ küfre râzı olmam.
Vallâhi benim Allâh ve Resûlü’ne olan îmânım sonsuzdur. Aslâ dînimi değiştirmiş
değilim...” dedi.
Bunun
üzerine merhamet ummânı olan Hazret-i Peygamber:
“–Hâtıb
kendisini doğru müdâfaa etti.” buyurdu ve onu affetti.
Hâtıb’ın
boynunu vurmak isteyen Hazret-i Ömer’e de Cenâb-ı Hakk’ın, Bedir Harbi’ne
katılanların yaptığı hatâları af buyurduğunu hatırlatarak şu mukâbelede
bulundu:
“−Ama
o Bedir Seferi’ne katıldı. Ne biliyorsun, belki de Allâh Teâlâ Hazretleri Bedir
ehlinin hâline muttalî oldu da: «Dilediğinizi yapın, sizleri mağfiret ettim!»
buyurdu.” (Buhârî, Meğâzî, 9; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 161)
Bununla
birlikte Allâh Resûlü, o sırada nâzil olan şu âyet-i kerîmeler muvâcehesinde,
Allâh’ın düşmanlarıyla dostluk yapılmaması gerektiği husûsunu, başta Hâtıb
olmak üzere, bütün ashâb-ı kirâma teblîğ buyurdular:
“Ey
îmân edenler! Eğer Ben’im yolumda savaşmak ve rızâmı kazanmak için
çıkmışsanız, Ben’im de düşmanım, sizin de düşmanınız olanlara sevgi
göstererek, gizlice muhabbet besleyerek onları dost edinmeyin! Oysa onlar, size
gelen gerçeği inkâr etmişlerdir. (Onlar) Rabbiniz Allâh’a inandığınızdan dolayı
Peygamber’i de sizi de yurdunuzdan çıkardılar. Ben, sizin saklı tuttuğunuzu da
açığa vurduğunuzu da en iyi bilenim. Sizden kim bunu yaparsa (onları dost
edinirse), doğru yoldan sapmış olur.
(Biliniz
ki) şâyet onlar sizi ele geçirirlerse, size düşman kesilecekler, size ellerini
ve dillerini kötülükle uzatacaklardır. Zâten (onlar, hiç şüphesiz sizin îmandan
vazgeçip de) inkâr etmenizi istemektedirler. (Yine biliniz ki) kıyâmet günü
yakınlarınız ve çocuklarınız size fayda vermez. Çünkü Allâh, aranızı ayırır.
Allâh yaptıklarınızı görendir.” (el-Mümtehine, 1-3)[8]
Bu
âyet-i kerîmelerle, Müslümanların çoluk-çocuk, mal-mülk gibi sebeplerle
kâfirlerle dostluk kurmaları yasaklanmıştır. Nitekim Hazret-i Nûh’un (a.s.)
oğlu Kenan, îmân etmeyenler arasında bulunduğu için helâk olmuştur. Aynı
şekilde Hazret-i Lût’un (a.s.) hanımı da fâsıklarla ihtilât ettiği için
fâsıklaşmış ve kahr-ı ilâhîye dûçâr olmuştur. Dolayısıyla onların, bir
peygamberle olan cismânî yakınlıkları, hiçbir kıymet ifâde etmemiştir.
İSLAM ORDUSUNUN HAREKETİ
Hicretin
sekizinci yılında Ramazan Ayı’nın onuncu günü Allâh Resûlü, on bin kişilik
muazzam îmân ordusuyla Medîne’den ayrıldılar. Cihâd üzere olduklarından yolda
iftar ettiler. Ashâba da böyle emir buyurdular.[9]
Cuhfe
denilen mevkîye vardıklarında Hazret-i Abbâs ile karşılaşıldı. Daha evvel
Müslüman olmuş bulunan Hazret-i Abbâs, bunu gizleyerek Mekke’de kalmış, oradan
Kureyş’in durumunu her zaman Allâh Resûlü’ne rapor etmişti. Mekke-i
Mükerreme’de kalmasının bir sebebi de, uhdesinde bulunan hacılara su dağıtma
vazîfesini îfâ etmesiydi. Nihâyet vaktin geldiğini düşünerek, o da hicret etmek
için ehl ü ıyâli ile birlikte yola çıkmıştı.[10] Buna çok sevinen Allâh Resûlü:
“–Ben
peygamberlerin sonuncusu olduğum gibi, sen de Muhâcirlerin sonuncusu oldun!..”
buyurdular. (Ali el-Müttakî, XI, 699/33387)
Mekke
Fethi’ne doğru yapılan bu muhteşem yolculuk esnâsında bütün bir beşeriyete
ibret olacak muazzam bir tablo sergilendi. Bu, Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta
bakış tarzının bir eseriydi. Allâh Resûlü’nün ordusu sel gibi akıyordu.
Arabistan’ın dört bir tarafından yeni Müslüman olmuş kabîleler kâfile kâfile
İslâm ordusuna iltihâk ediyorlardı. Deyim yerindeyse bir mahşer ortamı
yaşanıyordu. Âlemlerin Efendisi bu muhteşem ordusuyla Arc mevkiinden hareket
edip Talub’a doğru yol alırken, yolda yavrularının üzerine gerilmiş ve onları
emzirmekte olan bir kelp gördü. Hemen ashâbından Cuayl bin Sürâka’yı yanına
çağırarak onu bu kelp ve yavrularının başına nöbetçi dikti. Anne kelbin ve
yavrularının, fetih coşkusu içinde geçen İslâm ordusu tarafından ürkütülmemesi
husûsunda tembihte bulundu.[11]
Bu
ne müthiş bir manzaradır! Acabâ beşer târihi böyle bir merhamet tablosuna daha
önce hiç şâhid olmuş mudur?[12]
Resûlullâh Mekke’nin fethi gibi târihî açıdan mühim bir dönüm noktası olan büyük bir hâdise esnâsında dahî belki teferruat sayılabilecek en ince bir mesele ile meşgûl olmuş, kendisini bir anne kelb ve yavrularından mes’ûl hissetmiştir. Dolayısıyla bu hâdiseden alacağımız diğer bir ders de, idârî mevkîlere sâhip kimselerin de, en ince teferruâtına kadar her şeyden mes’ûl olduklarının idrâki içinde bulunmaları ve muhtemel hâdiselere karşı dâimâ teyakkuz hâlinde olmalarıdır.[13]
O
sırada Mekkeliler, olan bitenden habersizdi. İslâm ordusunun, beldelerine bir
konaklık mesâfedeki Merru’z-Zahrân Vâdisi’ne yerleştiğini öğrenip
Resûlullâh’ın emriyle her birliğin ayrı ayrı ateş yakmasıyla oluşan ihtişamlı
manzarayı gördüklerinde dehşete kapıldılar. Akılları başlarından gitti.
Ebû
Süfyân, yandaşları olan Hakîm bin Hizâm ve Büdeyl’i yanına alarak merakla
etrâfı kolaçan etmek için Mekke’den çıkmıştı. İslâm askerlerinin yakmış olduğu
binlerce ateşi görünce şaşırdılar. Onların hangi kavim ve kabîleye âit olduğunu
tahmin etmeye çalıştılar. Fakat oraya konaklayanların Peygamber Efendimiz ve
ashâbı olabileceği ihtimâli hiç akıllarına gelmedi. Mekke, çepeçevre kıskaca
alınmış olduğundan, Ebû Süfyân ve yanındakiler çok geçmeden yakalanıp Peygamber
Efendimiz’e getirildiler.[14]
Hazret-i
Ömer, Ebû Süfyân’ın öldürülmesi için Hazret-i Peygamber’in etrâfında
dolaşırken, amcası Hazret-i Abbâs da onun affedilmesini taleb ediyordu. Eşsiz
siyâsî dehâsı ile muhteşem bir harp taktiği uygulayan Allâh Resûlü, amcasına
hitâb ederek:
“–Ebû
Süfyân’ı al, ordunun geçit yerine götür! İslâm ordusunun ihtişâmını
seyrettir!” buyurdu.
Bu,
Kureyş’in reisi olan Ebû Süfyân’ı, müşriklerin Müslümanlara karşı boş yere çaba
göstermesini engelleyecek bir hâlet-i rûhiyeye hazırlamak demekti. Böylece
müşrikler, mukâvemet göstermeyince, kan dökülmesi de önlenmiş olacaktı.
Hazret-i
Abbâs, Ebû Süfyân’ı alarak Allâh Resûlü’nün işâret buyurduğu geçide götürdü. O
sırada İslâm ordusu hareket etmiş, birlikler hâlinde ilerliyordu. Her kâfilenin
îmanlı yüreklerinden taşan اَللهُ أَكْبَرُ sadâları Arş’a kadar yükseliyordu.
Ebû
Süfyân’ın bu manzara karşısında gözleri kamaştı. Allâh Resûlü’nün birliği
geçerken de dehşet ve hayretini gizleyemeyerek:
“–Ey
Abbâs! Kardeşinin oğlu, saltanatını ne kadar da büyütmüş!..” dedi.
Hazret-i Abbâs müdâhale etti:
“–Hayır,
bu saltanat değil, nübüvvettir...” dedi.
Ebû Süfyân da:
“−Evet,
evet!” diyerek doğruladı. (Buhârî, Meğâzî, 48; Heysemî, VI, 164; İbn-i Sa’d,
II, 135; İbn-i Esîr, el-Kâmil, II, 242)
Sonra oradan ayrılarak Hazret-i Peygamber’in yanına geldiler. Âlemlerin Efendisi sordular:
“–Ey
Ebû Süfyân! Hâlâ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللهُ diyeceğin vakit gelmedi mi?”
Ebû
Süfyân, biraz düşündükten sonra kelime-i tevhîdi söyledi. Ancak Hazret-i
Peygamber’i tasdîk cümlesini telaffuz etmemişti. Hazret-i Peygamber, tekrar
sordular:
“–Benim
Allâh’ın Resûlü olduğumu söyleyeceğin vakit gelmedi mi?”[15]
Ebû
Süfyân, bu suâle cevap vermek için biraz mühlet istediyse de, Hazret-i Abbâs’ın
îkâzıyla kelime-i şehâdeti bütünüyle telaffuz etti. Bunun üzerine Allâh Resûlü,
onu taltîf ve kalbini İslâm’a ısındırma sadedinde Mekke halkının emniyette
olacağı yerleri sayarken, Ebû Süfyân’ın evini de zikrederek şöyle buyurdular:
“Kim
ki Mescid-i Harâm’a girerse emniyettedir. Kim ki evinden dışarı çıkmazsa
emniyettedir. Kim ki Ebû Süfyân’ın evine sığınırsa o da emniyettedir!” (Ebû
Dâvûd, Harâc, 24-25/3021-3022; Heysemî, VI, 164-166; İbn-i Hişâm, IV, 22)
Serbest
bırakılan Ebû Süfyân Mekke’ye dönerken Allâh Resûlü de ashâbına son hitâbını
îrâd buyuruyordu:
“Size
karşı herhangi bir saldırı vâkî olmadıkça, hiç kimseye kılıç çekmeyiniz!”
(İbn-i Hişâm, IV, 28)
Bundan
sonra Allâh Resûlü, dört kola ayırdığı İslâm ordusuna hareket emrini verdi.
Böylece Mekke, dört bir taraftan yankılanan tekbîr sesleriyle doldu.
Sekiz
yıl evvel iki deve ve üç kişi ile Mekke’den mahzun bir şekilde ayrılan Hazret-i
Peygamber, bugün Allâh’ın lutfu ile on bin kişilik muazzam ve muhteşem bir
kuvvetle mübârek beldeye giriyordu. O gün yurdundan çıkarılmış mazlum bir
ferd, bugün yurdunu fetheden muzaffer bir fâtihti. Fakat O, bununla aslâ gurûra
kapılmayarak devesinin boynu üzerinde secde eder bir vaziyette, yâni bu nîmeti
lutfeden Allâh’a şükür hâlinde Mekke’ye giriyordu. Başını Allâh Teâlâ’ya karşı
tevâzû ile o derece eğmişti ki, sakalının uçları neredeyse devenin semerine
değmekteydi. O esnâda devamlı olarak:
«Ey Allâh’ım! Hayat, ancak âhiret hayâtıdır!» diyordu.[16] (Vâkıdî, II, 824; Buhârî, Rikâk, 1)
Nebevî
ahlâk ile ahlâklanmış olan ashâb-ı kirâmın hâli de Allâh Resûlü’nün hâlinden
pek farklı değildi.
İslâm
ordusu hemen hemen hiçbir mukâvemetle karşılaşmadı. Bu hususta Ebû Süfyân’a
tatbîk edilen taktik bereketiyle, onun, Mekkelilerin Müslümanlara karşı
koymamaları için gayret etmesi hayli netîce vermiş, kimse muazzam İslâm
ordusuna karşı çıkmaya cesâret edememişti. Yalnız Hâlid bin Velîd’in Mekke’ye
girdiği yerde ufak bir çatışma olmuş, o da çabuk yatıştırılmıştı.
“HAK GELDİ, BÂTIL ZAİL
OLDU!”
Allâh
Resûlü, Fetih Sûresi’ni okuyarak ashâb-ı kirâmla birlikte Kâbe-i Muazzama’ya
yöneldi. Devesinden inmeden Kâbe’yi tavâf ettikten sonra:
“…Hak
geldi, bâtıl yok oldu!..” (el-İsrâ, 81) âyet-i kerîmesini tilâvet buyurarak
elindeki değnekle Kâbe’deki putları bizzat devirmeye başladı. (Buhârî, Meğâzî,
48; Müslim, Cihâd, 87; Vâkıdî, II, 831-832)
Resûlullâh
Beytullâh’ta tasvirler görünce, içeri girmedi. Önce onların imhâ edilmesini
emretti. Sahâbîler derhâl emri yerine getirdiler.
İçeride
Hazret-i İbrâhîm ve Hazret-i İsmâîl’in (a.s.) ellerinde fal okları bulunur
vaziyetteki sûretlerini gördüğünde Efendimiz- şöyle buyurdu:
“Allâh,
bu sûretleri yapan müşriklerin canını alsın. Vallâhi bu peygamberler asla
oklarla kısmet aramadılar. (Bilâkis bundan nehyettiler.)” (Buhârî, Enbiyâ 8,
Hacc 54, Meğâzî 48)
Büyük
Hak dostu Hazret-i Mevlânâ, bir ömür boyu akla hayâle gelmedik çileleri
göğüsleyerek putları kıran Resûlullâh’a ne kadar minnettâr olmamız gerektiğini
şöyle ifâde buyurur:
“Ey
bugün Müslüman bulunan kimse! Eğer Hazret-i Ahmed’in (a.s.) sa’y ü gayreti ve
putları kırdırmak husûsundaki himmeti olmasaydı, şimdi sen de ecdâdın gibi
putlara tapardın.”
Müslümanlar,
Mekke’yi fethettikleri gün, sabaha kadar tekbîr ve tehlîl getirdiler, devamlı
olarak Kâbe’yi tavâf ettiler. Bunu gören Ebû Süfyân, zevcesi Hind’e:
“–Sen
bunun Allâh’tan olduğu kanaatinde misin?” diye sordu. Hind:
“–Evet!
Bu, Allâh tarafından olan bir iştir!” dedi.
Ertesi
gün Ebû Süfyân, erkenden Resûlullâh’ın yanına gitti. Allâh Resûlü ona akşam
hanımıyla arasında cereyân eden konuşmayı nakletti. Ebû Süfyân:
“–Şehâdet
ederim ki, Sen Allâh’ın Resûlü’sün! Varlığım kudret elinde bulunan Allâh’a
yemin ederim ki, bu sözümü Allâh ile Hind’den başkası işitmemiştir!” dedi.
(İbn-i Kesîr, el-Bidâye, IV, 296)
Fetihten
sonra Mekkeliler çocuklarını Resûlullâh’a götürüyor, O da onların başlarını
sıvazlıyor ve kendilerine duâ ediyordu. (Ahmed, IV, 32)
AF BAYRAMI
Bu
sırada Kureyşliler, Mescid-i Harâm’a dolmuş, haklarında verilecek hükmü
bekliyorlardı. Allâh Resûlü, sâdece oradakilere değil, bütün insanlığa şâmil
olan şu cihanşümûl hutbesini îrâd buyurdu:
“Allâh’tan
başka ilâh yoktur. Yalnız O vardır. O’nun hiçbir nazîri ve şerîki yoktur.
Allâh, vaadini yerine getirmiş, kuluna yardım etmiş ve bütün düşmanlarımızı
dağıtmıştır. Kâbe hizmeti ve hacılara su dağıtma işi dışında bütün eski gelenek
ve görenekler, mal ve kan dâvâları, bugün şu iki ayağımın altındadır.
Ey Kureyşliler!
Allâh,
sizden câhiliyet gurûrunu, babalarla, soylarla (övünüp) kibirlenmeyi giderdi.
Bütün insanlar Âdem’den, Âdem de topraktan yaratılmıştır.
(Efendimiz,
bu ifâdelerin ardından şu âyet-i kerîmeyi okudu:)
«Ey
insanlar! Doğrusu Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve sizi (kibre
kapılıp da övünmeniz için değil) birbirinizle tanışasınız diye milletlere ve
kabîlelere ayırdık. Allâh katında en üstün olanınız, muhakkak ki O’ndan en çok
korkanınızdır. Şüphesiz ki Allâh, bilendir, her şeyden haberdardır.»
(el-Hucurât, 13)” (İbn-i Mâce, Diyât, 5; Ahmed, II, 11; Tirmizî, Tefsîr,
49/3270)
Artık
Mekke-i Mükerreme, Hudeybiye’nin bir müjdesi olarak, af, sulh, emniyet ve
hidâyetin içiçe olduğu rûhânî bir fetihle asıl sâhiplerine, yâni
ciğerpârelerine sînesini açmıştı. Bin bir ıztırap, zulüm ve meşakkatlerle dolu
Mekke hasreti de artık sona ermişti. Yılların hüznü sürûra inkılâb etmişti.
İşte bunun büyük bir şükrânesi olarak, târihin en büyük affını sergilemek
üzere Allâh Resûlü Mekke halkına:
“–Ey
Kureyş topluluğu! Şimdi benim, sizin hakkınızda ne yapacağımı sanırsınız?” diye
sordu. Kureyşliler:
“–Biz
Sen’in hayır ve iyilik yapacağını umarak; «Hayır yapacaksın!» deriz. Sen,
kerem ve iyilik sâhibi bir kardeşsin! Kerem ve iyilik sâhibi bir kardeş
oğlusun!..” dediler.
Bunun
üzerine Hazret-i Peygamber:
“–Ben
de Hazret-i Yûsuf’un kardeşlerine dediği gibi:
«…Size
bugün hiçbir başa kakma ve ayıplama yok! Allâh sizi affetsin! Şüphesiz O,
merhametlilerin en merhametlisidir.» (Yûsuf, 92) diyorum. Haydi gidiniz, artık
serbestsiniz!” buyurdu.
Bir
diğer hitâbında da:
“–Bugün
merhamet günüdür. Bugün Allâh’ın, Kureyşlileri İslâmiyet’le güçlendireceği,
üstünleştireceği bir gündür.” buyurdu.
Bunun
netîcesinde, fetihten önce birçok Müslümanın malına ve cânına kıymış olan
kimseler bile, hidâyet şerefine erdiler. Allâh Teâlâ, Kureyş müşriklerini
Resûlü’nün eline düşürmüş, ona boyun eğdirmişti. Resûlullâh da onları affetmiş
ve serbest bırakmıştı. Bu sebeple Mekkelilere “Tulekâ”, yâni “âzâd edilenler”
adı verildi.[17]
Fahr-i
Kâinât Efendimiz’in en büyük arzusu, hiçbir fert hâriçte kalmamak şartıyla
bütün insanların Müslüman olmalarıydı. Mekke’nin fethinden sonra güç ve
kuvvetin zirvesinde olduğu bir anda, vaktiyle kendisine her türlü zulüm ve
işkenceyi revâ gören insanlardan intikâm alabilecek durumda olmasına rağmen
bunu yapmayıp umûmî af îlân etmesi, Hakk’ın nazarıyla mahlûkâta bakış tarzının
hârikulâde bir tezâhürüdür.
Yıllardır
alay, hakâret, zulüm ve düşmanlıktan başka bir şeye şâhid olmayan Mekke, o gün
sergilenen büyük bir af bayramıyla târifsiz bir muhabbet ve merhamet tecellîsi
yaşıyordu. Ancak bu güzelliğe gölge düşürmek isteyen Fedâle isimli bir Mekkeli,
Hazret-i Peygamber’i öldürmek kastıyla mübârek yanlarına sokuldu. Onun niyetini
mânen bilen Allâh Resûlü, hiçbir telâş ve kızgınlık göstermeyip, şefkat ve
rahmet kanatlarını açarak Fedâle’ye:
“–Sen
Fedâle misin?” diye sordu.
“–Evet!”
dedi. Ardından O Rahmeten li’l-Âlemîn:
“–Ey
Fedâle! Zihninde kurduğun şeyden tevbe ve istiğfâr et!” buyurdu ve mübârek
ellerini onun göğsüne koydu. Böylece daha o anda zihnindeki öldürme düşüncesi
kaybolan Fedâle’nin kalbi yumuşadı, îman nûru ile doldu ve Allâh Resûlü, bir
anda kendisinin nazarında yaratılanların en sevgilisi hâline geldi. (İbn-i
Hişâm, IV, 37; İbn-i Kesîr, es-Sîre, III, 583)
Ebû
Süfyân bin Harb, Mescid-i Harâm’da oturmuş düşünüyordu. Peygamber Efendimiz
önde, Müslümanlar da O’nun arkasında yürüdüklerini görünce:
“−Acabâ
Muhammed’e karşı asker toplasam mı, şu adamla yine çarpışmaya dönsem mi, ne
yapsam acabâ?!” diye içinden geçirdi. O esnâda Allâh Resûlü gelip onun baş
ucunda durdu ve iki kürek kemiği arasına eliyle vurarak:
“–Allâh
o zaman da seni hor ve hakîr kılar!” buyurdu. Ebû Süfyân, başını kaldırıp Allâh
Resûlü’nü görünce:
“–Şu
âna kadar Sen’in peygamber olduğuna tam kanaat getirememiştim. İçimden
geçirdiğim düşünceler sebebiyle Allâh’a tevbe ediyor, O’ndan mağfiret
diliyorum!” dedi. (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, IV, 296)
İSLAM’A GİREN MÜŞRİKLER
Uhud
Harbi’nde Hazret-i Peygamber’in amcası Hazret-i Hamza’nın ciğerini hırsla
dişleyen Hind de Mekke’nin fethi günü îmân ederek umûmî affa mazhar oldu. Allâh
Resûlü kelime-i tevhîdin şânı hürmetine onu da bağışladı.[18]
Ebû
Cehl’in oğlu İkrime, sayılı İslâm düşmanlarındandı. Mekke’nin fethinden sonra
Yemen’e kaçmıştı. Hanımı, Müslüman olarak onu Hazret-i Peygamber’in yanına
getirdi. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Allâh Resûlü, İkrime’yi memnûniyetle
karşılayarak:
“–Ey
göçmen süvârî, hoş geldin!” buyurdu ve Müslümanlara karşı yaptığı zulmü yüzüne
vurmayıp onu da affetti. (Hâkim, III, 271/5059; Vâkıdî, II, 851-852)
Hebbâr
bin Esved de İslâm düşmanlarının önde gelenlerinden idi. Mekke’den Medîne’ye
devenin üzerinde hicret ederken kasten Hazret-i Peygamber’in kızı Zeynep’i
mızrağıyla vurarak deveden aşağı itmişti. Hazret-i Zeynep hâmile olduğundan
çocuğunu düşürmüş ve ağır bir şekilde yaralanmıştı. Bu yara daha sonra vefâtına
sebep olmuştu. Hebbâr, bunun gibi daha birçok suç işlemişti. Mekke’nin
fethinden sonra kaçtı ve ele geçirilemedi. Resûlullâh Medîne’de ashâbıyla
oturduğu bir esnâda huzûr-i saâdete gelerek Müslüman olduğunu bildirdi.
Hazret-i Peygamber onu da affetti. Ona hakâret edilmesini ve târizde
bulunulmasını yasakladı.[19] Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’de:
“(Ey
Resûlüm!) Sen af yolunu tut, bağışla, uygun olanı emret, câhillere aldırış
etme, onlardan yüz çevir!” buyruluyordu. (el-A’râf, 199)
Hazret-i
Peygamber, canlı bir Kur’ân idi. Kur’ân ahlâkı da en güzel bir şekilde O’nda
sergileniyordu. Kendine yönelik olarak işlenen bütün suçları hiç tereddüt
etmeden yürekten affederdi. Lâkin, umûma karşı işlenen suçlar için hakkı tutup
kaldırıncaya ve hak sâhibinin hakkını alıncaya kadar, onu kimse
sâkinleştiremezdi.
Nitekim
Mekke’de kâbına varılmaz, cihânşümûl bir affın sergilenmesi yanında, bâzı ıslâh
olmaz hâin müşriklerin de görüldükleri yerde ümmetin menfaati için
öldürülmeleri husûsunda emr-i Peygamberî sâdır olmuştur.[20]
Mekke’den
ganîmet olarak hiçbir şey alınmamıştır.[21] Varlık Nûru Efendimiz, İslâm
ordusunun bir hayli yekûn tutan zarûrî ihtiyaçlarını karşılamak için Mekke
zenginlerinden ödünç para ve zırh aldı. Daha sonra bunu, Hevâzin ganîmetinden
tamâmıyla ödedi ve:
“–Ödüncün
karşılığı, teşekkür etmek ve onu ödemektir!” buyurdu. (Vâkıdî, II, 863; Ebû
Dâvûd, Büyû’, 88/3562; Muvatta, Nikâh, 44)
MEKKE’DE İLK EZAN
Mekkeliler,
Hazret-i Peygamber’in bütün insanlığa numûne olarak sergilediği af bayramının
sürûrunu yaşarken öğle vakti girmişti. Resûlullâh, her zaman olduğu gibi yine
ezân okuması için Hazret-i Bilâl’e emretti. Hazret-i Bilâl, bir zamanlar köle
olarak akıl almaz işkencelerle “Ehad, Ehad” diye inlediği günleri hatırladı.
Artık zulüm zevâle ermişti. Şimdi hür idi ve zafer kazanmış bir îmân ordusu ile
Mekke’de idi. Allâh’a şükrederek Kâbe-i Muazzama’nın üstüne çıktı. Yakıcı
nağmelerle ezâna başladı. Öyle içli ve yanık bir ezân okuyordu ki, bütün Mekke
dağları ve semâsı bu ulvî sadâ ile yankılanıyordu. Gökler mütebessim, yerler
mesrûr oldu. O gün okunan ezân-ı Muhammedî, mü’minlere ebedî bir hâtıra idi. Bu
manzarayı gören müşriklerden birkaçı:
“–Yazıklar
olsun bize!.. Köleler kadar da olamadık! Onlar nerelere ulaştı, bizler ne hâlde
kaldık?” diye önceden yaptıklarına, yâni o âna kadar hakîkatten gâfil
kalmalarına hayıflandılar.
MEKKELİLERİN BİATİ
Öğle
namazını edâ ettikten sonra Allâh Resûlü, Safâ Tepesi’ne çıktı. Mekkelilerin
bey’atlerini kabûl etti. Önce erkekler “Müslümanlık ve cihâd” üzere Hazret-i
Peygamber’e bey’at ettiler. Sonra kadınlar bey’at ettiler.[22] Kadınların
bey’ati husûsunda Allâh Teâlâ, Resûlullâh’a şöyle buyurmuştu:
“Ey
Peygamber! Îmân eden kadınlar Sana gelip Allâh’a ortak koşmamak, hırsızlık
etmemek, zinâda bulunmamak, çocuklarını öldürmemek, elleri ile ayakları
arasında bir iftirâ uydurmamak (hiç yoktan yalan uydurup iftirâ atmamak,
başkasının çocuğunu sâhiplenerek kocasına isnatta bulunmamak veya gayr-ı meşrû
bir çocuk dünyâya getirip onu kocasına mâl etmemek), hiçbir güzel işte Sana âsî
olmamak üzere bey’at ettiklerinde, onların bey’atini kabûl et; onlar için
Allâh’tan mağfiret dile!.. Şüphesiz ki Allâh, Gafûr’dur, Rahîm’dir.”
(el-Mümtehine, 12)
Kadınların
bey’ati, sözle ve Resûlullâh’ın elini batırdığı bir su kabına ellerini batırmak
sûretiyle tahakkuk etmiş, onlarla musâfaha şeklinde bir bey’at hiçbir zaman
vâkî olmamıştır.
Ümeyme
bint-i Rukayka şöyle anlatır:
“Ensâr’dan
bir grup kadınla Hazret-i Peygamber’e gidip:
«−Allâh’a
hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zinâ etmemek, çocuklarımızı
öldürmemek, hiçbir zaman iftirâ atmamak, meşrû emirlerinde Sana isyân etmemek
üzere bey’at ediyoruz.» deyince Âlemlerin Efendisi hemen:
«−Gücünüz
yettiği ve tâkat getirebileceğiniz hususlarda!» buyurdu. Bu şefkat ve merhamet
yüklü sözü üzerine biz:
«−Allâh
ve Resûlü bize karşı bizden daha merhametlidir, haydi bey’at edelim!» dedik.
Kadınlar,
bey’ati musâfaha ederek yapmak istediler. Ancak Allâh Resûlü:
“−Ben
kadınlarla musâfaha etmem! Benim yüz kadına toptan söylediğim bir söz, her
kadın için ayrı ayrı söylenmiş sayılır.” buyurdu. (Muvatta, Bey’at, 2; Tirmizî,
Siyer, 37/1597)[23]
EMÂNETİ
EHLİNE VERİNİZ!
Resûlullâh,
Kâbe’ye geldiğinde Mescid-i Harâm’ın bir köşesinde oturmuştu. Mücâhidler de
çevresine oturmuşlardı. Allâh Resûlü, Kâbe’nin anahtarını getirmesi için,
Hazret-i Bilâl’i Osman bin Talha’ya gönderdi. Hazret-i Bilâl, Osman’a gidip:
“–Resûlullâh
Kâbe’nin anahtarını getirmeni emrediyor!” dedi. Osman:
“−Olur!”
diyerek anası Sülâfe’nin yanına gitti. O zaman anahtar onun yanında
bulunuyordu:
“–Ey
anacığım! Anahtarı bana ver! Resûlullâh bana adam gönderdi ve anahtarı
kendisine getirmemi emretti.” dedi. Sülâfe:
“–Kavminin
şereflendiği, övündüğü bir şeyi götürüp elinle teslîm etmenden Allâh’a
sığınırım! O, bu anahtarı sizden alınca, bir daha hiçbir zaman geri
vermeyecektir!” dedi. Osman biraz uğraştıktan sonra anahtarı anasından alıp
Peygamber Efendimiz’e getirdi ve:
“–Bunu
Sana Allâh’ın emaneti olarak veriyorum!” dedi. Anahtarın kendisine geri
verilmeyeceğinden korkuyordu. (Vâkıdî, II, 833; Heysemî, VI, 177)
Âlemlerin
Efendisi Kâbe’yi açtı. İçeri girerek kapının, üzerine kapatılmasını emretti.
Uzunca bir müddet orada kaldı. İki rekât namaz kıldı. (Vâkıdî, II, 835; İbn-i
Sa’d, II, 137)
Allâh
Resûlü Kâbe’den çıktı. Fetih hutbelerini îrâd buyurduktan sonra:
“–Osman
nerede?” diye sordu. Osman bin Talha ayağa kalktı. Resûlullâh:
“Allâh,
size emânetleri ehline vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman
adâletle hükmetmenizi emreder. Allâh, size böylece ne güzel öğüt veriyor.
Şüphesiz ki Allâh, işiten (ve) görendir.” (en-Nisâ, 58) âyetini okuduktan
sonra:
“–Ey
Ebû Talha oğulları! Allâh Teâlâ’nın emânetini, sürekli sizde kalmak ve dürüst
hareket etmek üzere alınız! Onu, zâlim olmadıkça hiç kimse elinizden alamaz!
Bugün, iyilik ve ahde vefâ günüdür.” buyurdu. (İbn-i Hişâm, IV, 31-32; Vâkıdî,
II, 837-838; İbn-i Sa’d, II, 137)
Şu
hâdisede de görüldüğü gibi emânetlerin ehline verilmesi, çok mühim bir
meseledir. Zîrâ emânetler ehline verildiği zaman, fertte, âilede ve devlette
huzur ve sükûn devâm etmiş, aksi durumlarda ise büyük imparatorluklar bile
yerle bir olmuştur. Târih, bunun nice misâlleriyle doludur.
Allâh
Resûlü emânet husûsunun hassâsiyet ve ehemmiyetini bir hadîs-i şerîfinde ne
güzel aksettirir:
“Emânet
ehline verilmediği zaman, işte o zaman kıyâmeti bekle!” (Buhârî, İlim, 2;
Ahmed, II, 361)
Hulâsa,
emânetin ehline verilmemesi, kıyâmet alâmetlerinin en mühimlerinden birini
teşkîl etmektedir.
Kendisinde
önceden beri sikâye (hacılara su ikrâm etme) vazîfesi bulunan Hazret-i Abbâs,
Allâh Resûlü’nden Hicâbe[24] vazîfesini de istemişti. Peygamber Efendimiz,
amcasına:
“–Ben
size insanların Beytullâh’a göndereceği örtü gibi şeylerden geçiminizi
sağlayacağınız şeyi değil, hacıların su ihtiyaçlarını karşılamak üzere
servetinizden harcayarak bu yüzden hayra nâil olacağınız zahmetli vazîfeyi
veriyorum!” buyurdu ve hacılara su ikrâm etme vazîfesine devâm etmesini
söyledi.
Hazret-i
Abbâs’ın Tâif’te üzüm bağı vardı. İslâm’dan önce de sonra da oradan kuru üzüm
taşır, Zemzem’in içine katarak hacılara ikrâm ederdi. Kendisinden sonra
oğulları ve torunları da hep böyle yaptılar. (İbn-i Hişâm, IV, 32; İbn-i Sa’d,
II, 137; Vâkıdî, II, 838)
Peygamber
Efendimiz fethin ikinci günü öğle namazından sonra insanların arasında ayağa
kalktı. Allâh Teâlâ’ya hamd ü senâda bulunduktan sonra şöyle buyurdu:
“Ey
insanlar! Şüphe yok ki Allâh, göklerle yeri, güneş ile ayı yarattığı gün,
Mekke’yi de haram ve dokunulmaz kılmıştır! Kıyâmet gününe kadar da haram ve
dokunulmaz olarak kalacaktır! Şüphesiz Allâh Fil ordusunu Mekke’ye girmekten
alıkoymuş, Resûlü’nü ve mü’minleri ise buna muvaffak kılmıştır. Mekke benden
sonra hiç kimseye helâl değildir. Mekke’nin avı ürkütülmez, dikeni kesilmez,
bulan kimsenin, sâhibini araması için alması hâriç, kaybolan eşyâsını almak
helâl olmaz. Bir kimsenin yakını öldürülürse iki şeyden hangisi hayırlı ise onu
isteyebilir: Ya diyet ya da kısas.”
Bunun
üzerine Hazret-i Abbâs:
“–İzhir
(otunun koparılması) müstesnâ olsun. Çünkü kabirlerimiz ve evlerimizde onu
kullanıyoruz.” dedi.
Peygamber
Efendimiz:
“−İzhir
müstesnâ!” buyurdu.[25] (Buhârî, Lukata, 7; Meğâzî, 53; Ahmed, IV, 31-32; II,
238)
Mekke’nin
fethi günü yaşanan şu manzara da, ashâbın yıldızlaştığı gönül ufkunu
sergilemektedir:
Resûlullâh
Mescid-i Harâm’da otururken, Hazret-i Ebûbekir, babası Ebû Kuhâfe’yi getirdi.
Allâh Resûlü onu görünce:
“–Ey
Ebûbekir! İhtiyar babanı buraya kadar yormasaydın, ben onun yanına gelseydim!”
buyurdu.
Hazret-i
Ebûbekir:
“–Yâ
Resûlallâh! Onun Sana gelmesi, Sen’in ona gitmenden daha münâsiptir.”
karşılığını verdi.
Resûlullâh
Ebû Kuhâfe’yi önüne oturttu, elini kalbinin üzerine koydu ve:
“–Ebû
Kuhâfe! Müslüman ol, selâmet bulursun!” dedi. O da müslüman oldu, samîmî olarak
şehâdet getirdi. (İbn-i Sa’d, V, 451)
Ebû
Kuhâfe, bey’at etmek üzere elini Fahr-i Kâinât’ın mübârek eline uzatınca
Peygamber âşığı Hazret-i Ebûbekir kendini tutamayıp ağlamaya başladı.
Resûlullâh hayretle niçin ağladığını sorunca Hazret-i Ebûbekir gözyaşları
içinde:
“–Yâ
Resûlallâh, Sana bey’at etmek üzere uzanan şu el, benim babamın eli değil de
Sen’in amcan Ebû Tâlib’in eli olsaydı da bu vesîleyle Allâh Teâlâ benim yerime
Sen’i sevindirseydi, kim bilir ne târifsiz bir sevince nâil olurdum. Çünkü Sen,
onu çok seviyordun.” dedi. (Heysemî, VI, 174)
İşte
o şânı yüce Peygamber’in yüksek ahlâkından lâyıkıyla istifâdenin ve O’nda fânî
olmanın, kâbına varılmaz, seyrine doyulmaz bir manzarası... Böylesine ulvî bir
hayranlık, ihtirâm ve muhabbet çağlayanını acabâ târih kaç kere
seyredebilmiştir?
EMSÂLSİZ BİR VEFÂ
Allâh
Resûlü, fetihten sonra Mekke’de on beş gün kaldılar. Bu arada Ensâr’dan
bâzıları endişelenmişler, Hazret-i Peygamber’in bir daha Medîne’ye dönüp
dönmeyeceklerini düşünüyorlardı. Çünkü Allâh Teâlâ, O’na doğup büyüdüğü mübârek
ve mukaddes yerin fethini nasîb etmişti. Safâ Tepesi’nde duâ etmekte olan
Hazret-i Peygamber, Ensâr-ı Kirâm’ın bu tedirginliklerini sezdiler. Duâları
bittikten sonra onların yanına gelerek:
“–Konuştuğunuz
nedir?” diye sordular.
Onlar
da endişelerini dile getirince, Allâh Resûlü büyük bir vefâ örneği
sergileyerek şöyle buyurdular:
“–Ey
Ensâr! Öyle bir şey yapmaktan Allâh’a sığınırım. Ben sizin memleketinize
hicret ettim. Hayâtım hayâtınız; ölümüm de sizin yanınızdadır.”
Bu
ifâdelerden sonra Ensâr’ın endişesi zâil oldu. (Müslim, Cihâd, 84, 86; Ahmed,
II, 538)
PEYGAMBER EFENDİMİZİN
ŞÜKRÜ
Resûl-i
Ekrem Efendimiz Mekke’nin fethi sonrasında Allâh’a karşı şükrünü ve hamdini
daha da ziyâdeleştirerek:
“Ben
Allâh’ın zât-ı sübhânîsini her vechile, yâni zâtında, sıfatlarında,
fiillerinde, isimlerinde şânına yaraşmayan eksiklik şâibelerinden tenzîh ve
takdîs ederim. O’na lâyık her türlü övgü ve tâzîmât ile hamd ederim. Allâh’tan
beni bağışlamasını diler ve günahlarıma tevbe ederim.” zikrini, namazlarında,
özellikle rükû ve secdelerde çokça okumaya başlamıştı. Hazret-i Âişe bunun
sebebini sorunca Efendimiz:
“Rabbim
bana ümmetimde bir alâmet göreceğimi, onu gördüğüm zaman bu zikri çokça yapmamı
emretmişti. Ben o alâmeti gördüm.” buyurdu. (Müslim, Salât, 220)
Nitekim
Nasr Sûresi’nde de kendisine yardım ve fetih geldiğinde ve insanların fevc fevc
İslâm’a girdiklerini gördüğünde, tesbîhini daha da artırması ve istiğfâr etmesi
emredilmişti.
FETHU’L FÜTÛH
Nasr
Sûresi’nde geçen “nasr: yardım” kelimesinin bütün Araplara üstün gelmeye,
“feth” kelimesinin de Mekke’nin fethine işâret ettiği söylenmiştir. “Feth”
kelimesinin “açmak” mânâsından hareketle İbn-i Abbâs Mekke’nin fethine
“Fethu’l-Fütûh” ismini vermiştir. Çünkü buradaki fetih, sâdece düşman elindeki
bir şehrin alınmasından ibâret olmayıp Mescid-i Harâm’ın kontrolü ve Kâbe’nin
fethi mânâsına da gelir. Aynı zamanda kalplerin Allâh’ın dînine, İslâm
kapısının bütün insanlığa açılmasını da ifâde eder. Yâni Peygamberimiz, o gün
içine girdiği şehirden ziyâde gönülleri fethetmiştir. Bu sebeple Mekke’nin
fethedilmesi, İslâm fütühâtının başlangıcı kabûl edilmiştir. Derhâl bütün
Arabistan’a ve oradan bütün cihâna yayılan İslâm’ın maddî ve mânevî fütûhâtı,
Kâbe kapısının açılmasıyla başlamıştır. Zîrâ bütün kabîleler İslâm’a girmek
için Mekke’nin fethini gözlüyorlar ve:
“O’nu
kavmi ile baş başa bırakın, eğer onlara üstün gelebilirse O peygamberdir.”
diyorlardı. (Buhârî, Meğâzî, 53)
Hasan-ı
Basrî’den nakledildiğine göre, Resûlullâh Mekke’yi fethedince Araplar:
“Allâh
Teâlâ Mekkelileri Fil sâhiplerinin ordusundan korumuşken, Muhammed (a.s.) mâdem
ki Mekkelilere üstün geldi, o hâlde sizin eliniz O’na erişemez.” dediler ve
fevc fevc Allâh’ın dînine girdiler. (Elmalılı, IX, 6236-6238)
Dipnotlar:
[1]
İbn-i Hişâm, IV, 4; Beyhakî, Delâil, V, 6. [2] İbn-i Hişâm, IV, 11; Vâkıdî, II,
783. [3] Vâkıdî, II, 787. [4] İbn-i Hişâm, IV, 12. [5] İbn-i Sa’d, II, 134. [6]
Hamîdullâh, I, 264-265. [7] Nebî Bozkurt, DİA, “Mekke” md. XXVIII, 557. [8]
Buhârî, Tefsîr, 60. [9] Buhârî, Meğâzî, 47. [10] İbn-i Hişâm, IV, 18. [11]
Vâkıdî, II, 804. [12] Hâl böyleyken birkısım İslâm düşmanları, yüce İslâm’ı
günümüzdeki insanlık fâcialarından biri olan terör kelimesiyle berâber
kullanmaktadırlar. Oysa terör ve anarşizm, kalbsizlik üzerine kurulmuştur ve
onlara aslâ ahlâk gibi ulvî hisler lâzım değildir. İslâm ise doğduğu günden
itibâren her türlü terör ve anarşizme karşı tavır almış ve dâimâ, kâfir olsun
mü’min olsun her insanın, hattâ canlı-cansız bütün varlıkların hak ve hukûkuna
riâyeti esas edinmiştir. Resûlullâh’ın yirmi üç senelik nübüvet hayâtı teröre
karşı mücâdele etmekle geçmiştir. [13] Şâir Mehmed Âkif Ersoy, Hazret-i Ömer’in
idârecilikteki muhteşem mes’ûliyet hassâsiyetine ne güzel tercümân olmaktadır:
Kenâr-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu, Gelir de adl-i ilâhî sorar
Ömer’den onu! Bir ihtiyâr kadın bî-kes kalır, Ömer mes’ûl! Yetîmi, girye-i
hüsrân alır, Ömer mes’ûl!... [14] Buhârî, Meğâzî, 48. [15] Cenâb-ı Hakk’ın,
Kur’ân-ı Kerîm’deki: “(Ey Resûlüm!) De ki: Allâh’a ve Resûl’e itâat ediniz!
Eğer yüz çevirirlerse, muhakkak ki Allâh, kâfirleri sevmez!” (Âl-i İmrân, 32)
beyânından da yalnızca Allâh’a îman ve itaatin kâfî olmadığı açıkça
anlaşılmaktadır. Dolayısıyla sâdece Allâh’a veya sâdece Resûl’e îman ve itaat eden
kimseler, âyete göre Allâh’ın sevmediği kâfirler olarak vasıflandırılmaktadır.
Zîrâ mühim olan, kulun âciz ve noksan idrâkine göre değil, ilâhî irâdenin
arzusu ve emri istikâmetinde îmân etmektir. O hâlde Allâh Teâlâ, Resûlü’ne,
dînin bir rüknü sadedinde bu pâyeyi vermiş ve mü’minlere de îmânın şartı olarak
O’na şehâdet ve itaati emretmişken, bugün birtakım gâfillerin, Resûl’e itaati,
ilâhî beyâna rağmen kaldırmak demek olan sünnet-i seniyyeyi kabûl etmemeleri ve
sığ idrâkleriyle “Sâdece Kur’ân bize yeter!” demeleri, zâhirde Kur’ân’a
bağlılık ifâde eden şu sözlerine bile ne kadar ters ve câhilâne, yâhut hâinâne
bir harekettir. [16] Resûlullâh, dünyâ hayâtına nisbetle âhiretin ne kadar
ehemmiyetli olduğunu ifâde eden bu sözü hayâtı boyunca sık sık tekrarlardı.
Rivâyetlerde, Mescid-i Nebevî inşâ edilirken, Hendek kazılırken, Fetih günü
Mekke’ye girerken ve Vedâ Haccı esnâsında Arefe günü mü’minlerin çokluğunu
gördüğünde söylediği sâbittir. (Bkz. Buhârî, Cihâd 33, 110, Menâkibu’l-Ensâr 9,
Meğâzî 29; Müslim Cihâd, 126, 129; Tirmizî, Menâkıb, 55; İbni Mâce, Mesâcid, 3)
[17] Bkz. İbn-i Hişâm, IV, 32; Vâkıdî, II, 835; İbn-i Sa’d, II, 142-143. [18]
Vâkıdî, II, 850. [19] Vâkıdî, II, 857-858. [20] Ebû Dâvûd, Cihâd, 117/2683;
Nesâî, Tahrîmü’d-Dem, 14. [21] Ebû Dâvûd, Harâc, 24-25/3023. [22] Ahmed, III,
415; Buhârî, Meğâzî, 53. [23] Bu hususta ayrıca bkz. Buhârî, Tefsîr 60/2, Ahkâm
49; Müslim, İmâret, 88. [24] Hicâbe için bkz. cilt 1, sf. 42 [25] İzhir,
Mekke-i Mükerreme’de yetişen geniş yapraklı ve güzel kokulu bir bitkidir.
Hayvanlara yem olarak verildiği gibi evlerde ve kabirlerde de kullanılır. Fıkıh
âlimleri, Harem bölgesinde kesilmesi yasak olan ağaçları, “kendiliğinden
bitenler” diye kayıtlamışlardır. İnsan emeğiyle yetiştirilenlerin
kesilebileceği husûsunda ihtilâf edilmiş, cumhûr câiz olduğuna kanaat
getirmiştir. Misvak kesmenin, ağaca zarar vermemesi hâlinde yaprak ve
meyvesinin koparılmasının câiz olduğu söylenmiştir. (Bkz. İbrâhim Cânan, Hadîs
Ansiklopedisi, XII, 525-526) Medîne harem bölgesindeki yeşil ağaç veya otların
ihtiyaç olduğu zaman kesilmesi câiz görülmüştür. Medîne tarım bölgesi olduğu
için Hazret-i Peygamber’den bu konuda izin istenmiş ve kendilerine Mekke
haremindeki bâzı bitkilerin zarûret hâlinde koparılmasına izin verildiği gibi
Medine’de daha geniş izin verilmiştir. Yine Medîne dışında avlanma serbest
bırakılmıştır. (Bkz. Hamdi Döndüren, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, “Harem” md.)
Kaynak:
Osman Nuri Topbaş, Hz. Muhammed Mustafa 2, Erkam Yayınları